Kayıtlar

Yola Dair

  Beğensen de beğenmesen de herkes kendi yolunda yürüyor. Kimi bir sokakta, kimi bir patikada, kimi bir yokuşta, kimi iki rayın arasında, kimiyse debeleniyor karların ortasında. Tozun toprağın üstünde sürükleneni, çamurların içinde kulaç çekeni saymıyorum bile. Dünyanın üstü, uzayın altı, her yer ve her köşe bu yollarla dolu. Yollar bir yerlerde kesişiyor, bir yerlerde çakışıyor, bir yerlerde koşut. Mühim olan da bunu sürdürmek aslında, koşutsa koşutluğu sağlamak. Zira iki yol koşut oldu mu daha kalındır, yoldan çıkması zordur. Lakin bunu görmek her göze nasip olmaz. Her göze yolunu görmek nasip olmaz, sıkıntı buradan mı doğar? Yol öylece ilerler, yoldan bihaber yolcu üstünde seyreder. Tüm bu kesişmeler, çakışmalar, koşutlaşmalar öylesine, alelade oluyormuş gibi; her an her saniye bu yaşanıyormuş gibi. Halbuki öyle zordur ki iki ruhun birbirine denk gelmesi hele de et giysileri içinde böylesi tanınmazken. Yolcunun umrunda olmaz. Yol insan doludur çünkü, oradan bakınca öyle görünür. H

Var Olmayan Yer

  Sırtımı yasladığım rutubetli duvarın müsaade ettiği ölçüde istirahat edebilmek bir lütuftu. Yaradan sıkça insana lütfeder. En basitinden her altmış saniyede on iki kere ve hatta altmış kere… Bundan çok daha fazlası ve azı vardır ve Tanrı’nın lütfu baktığımız her köşede, tattığımız her nefeste damağımızdadır. Rengi değişir, siyah ya da beyaz, ama oradadır.      Sırtımı dayadığım duvar soğuktu ve yapış yapıştı. Yapış yapış oluşuyla rahatsız edici olsa da soğukluğunu sevmiştim. Soğuk olan her şeyi severim, gönül ve insan dışında. Aslında loş ve karanlığı da severim, yine gönül ve insan dışında. Bir zamanlar ıslak ve sıcak ve parlak olan şeyleri sevdiğimden şüphelensem de ve bu yüreğimi titretse de… İhtimallerden başka bir şey yok elimizde, bunu fark ettim mi bilmiyorum. Sadece olasılıkları seçebiliyoruz, sonuçlar üzerinde hiçbir tesirimiz yok. Sonuçlar hususunda tamamen Yaradan’ın merhametine kalmış vaziyetteyiz ki bu başlı başlına şüpheli bir erdemden gayrısı değil.      Duvarın soğu

Ak Köpek

  Bir masanın iki ucunda üç kız kardeş ve ben oturmuştuk. Üç kız kardeş yaşayan herkesten güzellerdi, ölü herkesten çirkinlerdi. Ben karşılarında oturmuş; dandik boyalı, üstü çizik çarık dolu ahşap masanın karşısında öylece etrafı izliyordum. Etrafta da hiçbir şey yoktu. Sadece üç kız kardeş, ben ve masa; varlık bundan ibaretti ve kalan her şey hiçlikti. Bu da sonsuzluk demekti. Olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan her şeyle; en önemlisi de hiç olmamış olanlar, hiç olamayacak olanlar ve olmasına müsaade edilmemiş olanlar hiçliğin dokusuna birer hücre olmaktan öte değillerdi. Hoş, diyordum kendi kendime, o halde bu gördüğüm hiçlik olamaz zira hiçlik var olamaz. Hiçliği görebilmek lütfuna sahip biri de var olamaz. Tabii o sırada bilmiyordum bunun bir lütuf değil, lanet olduğunu ki yine de lanetler hiçlikte var olamazdı. Hiç olmanın, var olmamakla aynı şey olmadığını, o an henüz anlamamış daha doğrusu idrak edememiş vaziyetteydim. Neticede ben de bir insanım. Çoklarının ve azlarının

Üç Kattan Vazgeçiş

       Ben bir günde vazgeçmedim.      Aklımdan geçen buydu. Sıkça yaptığım gibi yüksekçe, enginde bir yere çıkıp dünyayı izlerken aklımdan geçen buydu. Güneş ve Ay’ın birbirini ve yeryüzünü görmediği bir saatte yüksekçe bir yere kurulmuş, parmaklarımın ucunda bir kadeh ve bir sarma kağıtla birbirine komşu üç katı izliyordum. En üst katta ışıl ışıl bir tekerlek; mermerlere, altınlara, safirlere bezenmiş parıldıyor ve her yerinde gözler yanıp sönüyordu. En alt katta varsıl bir markiz şık, iri, siyah şapkasının altında piposunu tüttürüyor; tüten her bir dumanda ve gagasından salıverdiği her bir nefeste kırk bakire ve kırk gözü toy delikanlının ruhunu üflüyordu. Orta katta ise dört duvar dolusu ahmak, anlayışsız, sığ, kıt ve yalancı; kucağında bir battaniye, elinde bir kumanda pinekliyordu. Bu katta siz vardınız.      Ait olmadığım üç katı izledim iç geçirerek. Benim üçünde de yerim yoktu. Birindeki yuvamı terk etmişim, sırf sevdiklerimin ziyanına elim bulanmasın diye. Zira aşağı tükürsen

Bir Deyişten

  Seçimler, seçimler, seçimler… Her şey bir seçim öyle değil mi? Karar almak tabirini severiz lakin attığımız her adım, aldığımız her nefes, baktığımız her göz birer seçim. Her an bir şeyleri seçiyoruz. Hatta andan önce de bir şeyleri seçiyoruz. Anda seçiyoruz, sonrasında bile seçmeye devam ediyoruz. Buna mecburuz, bundan kaçışımız yok. Kendini akışa bırakmak derler ya hani, oldum olası bunu anlayamadım ve idrak edemedim. Her şeyi anlayan, her şeyin idrakında olan bir zihnin kendini bırakabileceği bir akış nereden bulunur? Hangi ırmağın suları tenini yalayıp geçerken öylece kollarını açıp serinliğin ve ıslaklığın tadını çıkarabilirsin eğer her bir damlayı sayabiliyorsan? Bunun nasıl bir şey olduğunu bile anlayamıyorken üstelik… Her çocuk bu dünyaya geldiğinde kendi anormalliklerini, ucubeliklerini herkeste var sanır. Ucubeliğin şiddeti arttıkça, uyumsuzluğunun düzeyi yükseldikçe, ait olduğu yerin veya zamanın mesafesi veya gecikmişliğini fark ettikçe yüzüne kapı çarpılmış gibi hissed

Kralları Öldürün

  Ağabeylerimin henüz bana çok kızgın olmadıkları, haylazlıklarımı kendi aralarında oflaya poflaya dillendirip de babamız işitmesin diye seslerini kısık tuttukları zamanlarda sık sık aşağı iner; aşağının ev sahipleri ile vakit geçirirdim. Orada pek çok şey oluyor, her köşeden bir ses geliyor, her ağacın her dalında farklı bir kuş şakıyor, her yürekte bir ismin ve cismin hülyaları anılıyordu Orada olmak güzeldi. Yukarıdaki gibi çatık kaşlar, sert omuzlar ve gergin sırt kaslarıyla gezmenize gerek kalmazdı.      Temmuz’un sonları, Ağustos’un başlarıydı sanırım; tam da hatırlamıyorum. Bana her zaman Temmuz’muş gibi gelir, ayların en güzelidir. Tarlalar zümrütten altına döner. Gökyüzünde Güneş ne de parlaktır! Tenini tuz alsa da dağlar çiçek kokar. Arılar etrafta onları kovalar. Temmuz gibisi yoktur. Bir gün onlardan biri olursam şayet Temmuz’da doğmak isterim. Bu doğru bir karar mı olur, emin değilim zira Temmuz’da doğmayanlardan daha yüreği olan birini görmedim.      O gün suyu tuzlu am

Diğeri

  Pazarlığın üzerinden tam on güz geçmişti. Ona daha çok oldu gibi geliyordu, on değil yüz yaz görmüştü sanki, yüz değil bin kış devrilmişti. Pazarlık iyi geçmemişti, en azından diğeri için. Genç adam kendini kazanan taraf sayıyordu. Zira sadece sekiz yeniay müsaade ettiği diğerinin o sekiz dolunayda yaptıklarından hâlâ iğreniyor, hâlâ imtina ediyordu. Dudaklarında, dilinde ve dişlerinde hâlâ kesif bir et, kan, kemik tadı vardı. Evet evet, aradan geçen on bahara rağmen burnu o sekiz ilkdördünde tükettiği avın kokusunu alabiliyordu. Daha da acısı o burun artık baharın kokusunu alamıyordu. En son leylakların kokusunu alabilmişti, leylaklara hayran kalmıştı. Lakin minik bir çocuk, eti boka ve çamura bulanmış iğrenç bir surette parlayan bir çift mavi göz, onu leylaklardan da etmişti. Artık leylaklar da yoktu.      Arkasına dönüp baktığında yola çıkalı yüzlerce yıl geçmiş gibi geliyordu. Bilmiyordu ki yüzler… hiçbir şeydi. Binlerce yıldır bu yolları arşınlayan ayaklarının altında kızıl to